( HER ŞER’DE BİR HAYIR OLMASI MÜMKÜNDÜR…)

       Sanayi devrimi öncesi sömürge cilik ” yağmacılık” anlayışına dayanmaktaydı.  Ortalama XVIII. yüzyıl sonlarında başlayan Sanayi Devrimi’nden sonra sömürge cilik  ”hammadde – pazar ” arayışına dönüştü.

      Türk Kurtuluş Savaşı’nın Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde Anadolu Türkleri tarafından kazanılmasından sonra sömürge durumundaki milletlerin sömürge cilere karşı ” istiklal” mücadelesine başladıklarını görürüz.

     Sömürülen toplumlar daha önce ” efendi ” dedikleri ve ”yenilmez” zannettikleri İngiltere, Fransa, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda, Almanya gibi sömürge ci devletlerin yenilebileceklerini gördüler. Türklerin ” muhteşem ” Kurtuluş Savaşı başarısı itaate alıştırılmış beyinlerinde müthiş bir uyanmaya neden oldu. Coğrafi keşiflerden bu yana ”insanlar dahil” istedikleri her şeyi almaya alışmış sömürge ci devletlerin Mustafa Kemal Atatürk’e ve Onun şahsiyetinde Türk ulusuna  ”bitmeyen” öfkelerinin gerekçelerinden birisi budur. Diğerleri ise ” tarihi ve dini dir ” .

     Sömürge lerinin istiklal mücadelelerini askeri mücadele ve müdahale ile engelleyemeyeceğini gören devletler  XX. yüzyıl ilk çeyreğinden sonra yeni bir sömürge cilik aşamasına geçtiler:

     Emperyalizm.

     Olabilecek en kısa açıklaması ile siyasi emperyalizm;  Sömürülen devletlerin başına ( yönetimine) o ülkeden birisini getirmektir. Halk yapılan seçimlerden sonra Kendi(!) insanlarından aday olan birisini seçer ve yönetimin başına getirir. Buradaki asıl soru şudur: Adayları kim seçer???

    Sömürge ci devletin belirlediği adaylardan birisi  yönetimin başına seçilerek (!) gelince; Milletin oyu ile seçildiği için ” görüntüde” bağımsız ve özgürce seçimler yapılmış,  ”ulusal egemenlik” gerçekleşmiş olur.. Seçilen, Kendisini destekleyen ülkenin paralelinde icraatlarını yapar.  Aslında  kim seçilirse seçilsin emperyalist devlet için fark etmez. Adayları zaten o belirlemişti.Örnek olsun diye bir tanesini yazalım: Cemal Abdulnasır’dan sonra Mısır’da devlet başkanlığına gelen ( getirilen) bütün başkanlarında tamamı da bir devletin ( ABD’nin) desteği ile askeri darbe yapmışlar sonra seçimlerle cumhurbaşkanlıkları devam etmiştir.. Enver Sedat, Hüsnü Mübarek, Sisi. Benzer senaryo Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Uganda vd içinde geçerlidir.

     Şu açıklamanın yapılması hem emperyalizm hem de sonraki aşama küreselleşmenin anlaşılması için zorunludur: II.Dünya savaşından sonra Birleşmiş Milletler içinde Güvenlik Konseyi kurulmuştur.

      BM Güvenlik Konseyi’ni oluşturan ABD, İngiltere, Fransa,  Sovyetler Birliği ( günümüzde Rusya Federasyonu), Çin devletleri dünyayı ” paylaştılar. 1990’larda Almanya ekonomik,  ilim ( araştırma), teknoloji, bilim( bilme, öğrenme) ve bunların ortaya çıkardığı muazzam ekonomik, mali gücü ile adeta zorla Güvenlik Konseyi’ne girdi. Bu nedenle günümüzde Güvenlik Konseyi’nden bahsedilirken beş artı bir (5 + 1) denilir.

     Sovyetler Birliği’nin ” glastnost” ve ” perestorika” gelişmelerinden sonra dağılması ile sömürge cilik anlayışı  GÜNÜMÜZDE yeni bir aşamaya geçti : Küreselleşme ( Globalizm).

     Mümkün olan en özet biçimi ile küreselleşme; Dünya ekonomi ve ticaretinin ABD’nin kontrolunda olmasıdır. Diğer devletlere ” pay” verilmekle birlikte ” aslan payı” ABD’nindir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD dünyanın patronu olmuştur. Ancak ” asla unutulmaması gereken” bir devlet vardır: İNGİLTERE. 

    ABD ” kovboy” gibi hareket eder ve bu tutumu nedeniyle ” kaba ve kibirli”dir, İngiltere ise daima ” soft” kalmıştır.  ” Sömürge cilik ve kolonicilik bilgisi, tecrübesi ile” gücünü ABD dahil herkese kabul ettirmiştir. Ancak bunu göz önünde yapmaz.  İngiltere’nin kuvvetini anlatmak bakımından söylenen bir ifade vardır:

       İngiltere hapşırırsa ABD nezle olur.

     Yukarıda yazdığımız gibi II. Dünya savaşından sonra kurulan Güvenlik Konseyi yöntemiyle dünya beş (5) devlet tarafından paylaşıldı. İngiltere – Almanya, Fransa-Almanya, İngiltere- Fransa arasındaki rekabet hiç bir zaman bitmese de II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın lideri ABD, Doğu’nun Sovyetler Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği olmuştur.. Batı’da liberal ekonomik görüş varken Doğu, devletçiliği esas alan ”sosyalist” anlayışı benimsemiştir.

     ABD- S.S.C.B rekabetinde Türkiye, ” Batı”yı tercih etmiştir.Esasen bu tercih ”ATATÜRK zamanında yapılmıştır ” .  1920 – 1937 yılları arası bütün devletler bakımından 1. Dünya savaşının tamir ve yaralarını sarma, toparlanma dönemi olması nedeniyle Türkiye; Atatürk döneminde ” zorunlu bir seçim” tercih durumunda KALMAMIŞTIR.

       Almanya; II. Dünya Savaşı sonunda tıpkı I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi ABD ve Sovyetlerin olduğu kanada yenilince ” iki kutuplu dünya” ortaya çıkmıştır:

     Batı kanadı: ABD, Doğu kanadı:  S.S.C.B.

     Türkiye, ABD tarafını yani Batı’yı seçti. ABD, 1947’den itibaren Truman Doktrini’ne uygun biçimde yapılan anlaşmalar ve Marshall Yardımı politikası ile ” aklımıza gelebilecek her alanda” Türkiye’yi çok kısa sürede kontroluna almış; ABD’nin onaylamadığı hiç bir konuda ” insiyatif kullanamaz” hale düşürülmüştür.

     Türkiye; ABD’nin, Orta Doğu’daki ” ileri karakolu” olmuştu.  ABD’lierde öyle bir kibir vardır ki, mesela ABD büyükelçisi ” randevu almadan”  başbakanla istediği zaman ” çat kapı” gelip, görüşebiliyordu..

     Türkiye’nin 1964’ten bugüne ABD kıskacından kurtulmak için neler yaptığını maddeler halinde sıralarken kısa açıklamalar yapmakla yetineceğiz.

     Kıbrıs’taki Rumların ENOSİS’İ ( Kıbrıs’ı, Yunanistan’a bağlama hedefi) gerçekleştirmek için Kıbrıslı Türklere saldırıp, toplu öldürmelere başlamaları üzerine Türkiye’nin, Ada’ya ” garantörlük hakkı”nı kullanarak müdahale etmesi üzerine Rum lobisinin baskısı ile ABD başkanı Lyndon B. JOHNSON dönemin Türkiye başbakanı M. İsmet İNÖNÜ’ye yazdığı ve JOHNSON Mektubu olarak bilinen mesajıyla Türkiye’yi tehdit etmesi ( 05 Haziran 1964) ile Türk devlet adamları ” Türkiye’nin ABD veya başka ülkelere” bağımlılığını nasıl yok edeceklerine yönelik projeler üretip, planlama ve çalışmalara başladılar.

     Aslında ABD başkanı ” iyiki” bu mektubu yazdı. Türkiye’yi ” küçük Amerika yapmak” hayalinin nasıl bir gaflet olduğu apaçık görülmüş oldu.

     Johnson Mektubu öncesi ( 1947’den itibaren) Atatürk dönemi Türkiye ekonomisinin temel anlayışı olan MİLLİ EKONOMİ İLKESİ unutulmuş, pekçok sanayisi hamlesi yarım bırakılmış, kurulan ağır sanayi ve sanayi tesisleri, fabrikalar kapatılmış, eğitim ve tarımla ilgili çok önemli projeler durdurulmuş, daha önce kurulan tesisler ihmal edildiği içinTürkiye’nin NATO’ya üye olmasından itibarenTürk ordusunun bütün ihtiyaçları ABD tarafından karşılanır duruma düşürülmüş, Türkiye ödeyebileceğinden daha fazla borçlandırılmış bu nedenle ” ABD’den borç almadan”  maliyesini yürütemez, ekonomisini planlayamaz, yatırım yapamaz duruma düşürülmüştü..

      Bu anlamda Türkiye bakımından ” Şer’den Hayır doğmuş oldu ” .

      I –  Kıbrıs Barış Harekatı (1974) Türkiye’nin,  ABD ahtapotunun kollarından kurtulmak için başlattığı ” her anlamdaki mücadelesinin ” ikinci aşaması olmuştur.

     Kıbrıs Türkünü yok etmek ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak (ENOSİS) amacıyla Kıbrıslı Rum politikacıların kurdukları EOKA teşkilatı ile Türklere yönelik katliamlara başlayınca Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ı uyarmasına rağmen istediği sonucu alamayınca başlattığı ” BARIŞ HAREKATI” ile Türkleri muhtemel yok olmaktan kurtardı.

     Türkiye’nin niyetinin ne olduğu açık ve bütün haklılığına rağmen ABD yönetimi Rum lobisinin baskısı ile 1975 şubat ayında Türkiyeye ambargo kararı aldı ( ambargo kararı Rum lobisinin gerçek bir başarısıdır. Türkiye bugün dahi lobicilik konusunda başarılı değildir).

     ABD ambargosu sonucu Türkiye ekonomik,mali,askeri ihtiyaçlarbakımından krize girdi,ihtiyaçlar karşılanamadı.

     ABD ambargosu sırasında Türkiye’ye iki ülke ” her türlü” desteği verdi: Pakistan ve Libya.  Bugün parçalanmış ve iç savaş yaşayan, refah ve huzuru unutmuş Libya’nın başında  o tarihlerde; BOP’a uygun olarak ” zavallı Libyalıları ezen” diktatör şeklinde dünyanın her tarafında propagandası yapılan, linç edilme görüntüleri ABD tarafından basına servis edilen Muammer Kaddafi vardı ( Gerçi 2010 yılında Türkiye, Muammer Kaddafi’ye vefasını gösterdi ve Libya’nın bombalanmasını engellemeye çalıştı ancak sadece bombalamayı geciktirebildi. Bu konu ile ilgili ” Hillary Rodham CLİNTON: Zor Seçimler, Pegasus Yayınları, Ekim, 2016 konu ile ilgili önemli bir kaynaktır ).

      Türkiye, ABD ambargosu ile ” gerçek bağımsızlığın” ekonomik ve mali bağımsızlıkla olabileceğini” yaşayarak HATIRLADI. Hatırladı diyoruz çünkü Atatürk döneminde başlatılan ” bölgesel özellikler gözetilerek yapılan” kalkınma ve sanayileşme hamleleri 1947’den itibaren ” hızla” terk edilmiş, XX. yüzyılın en akılcı ve başarılı eğitim hamlesi olan, uygulamaya başlamasından çok kısa süre sonra Türkiye’nin çehresini değiştiren KÖY ENSTİTÜLERİ kapatılmış, havacılık, sanayileşme, ağır sanayi, tarım politikaları ABD’nin istediği biçimde dizayn edilmiş, Kayseri ve Eskişehir’deki uçak ve uçak motoru fabrikaları ile  ülkenin değişik yerlerindeki pekçok fabrika kapatılmıştı ( benzer hata Dünya Bankası’ndan gelen Kemal Derviş’in tavsiyesiyle  ”serbest piyasa” diyerek Türkiye henüz rekabet edebilecek güçte olmadığı halde Dünya Bankası kökenli Başbakan Turgut Özal döneminde de yapıldı ve ”özelleştirme” adı altında  pekçok satratejik tesis satıldı…) .

     Türkiye 1974’ten itibaren bütün MİLLİ GÜÇ unsurları ile  ” tam bağımsızlık” için neler yapabileceğine çok ciddi kafa yordu ve uzun vadeli stratejiler geliştirmeye başladı: ASELSAN( 1975) kuruldu, Çankırı ve Adapazarı’nda tank fabrikası kurma hazırlıklarına başlandı. Ancak  ” neler yapıldı”dan daha değerlisi ” neler yapılmalı” sorusunun sorulması ve hazırlıklara başlanmasıdır.  Devlet; Eğitim, sanayileşme, GAP, tarım, milli eğitim, bayındırlık kısaca ” her alanda” ” Kendi” planlarını yapmaya başladı. Ancak dikkat çekmemeye özen göstererek… Nihayetinde bu planlamalar ve çabalar ” çok uzun süreli ve geniş perspektifli” olacaktı. ” Karşı Taraf” elbette boş durmayacaktır…

     II –  1990’lı yılların başında ABD, Körfez Harekatı’nı planlarken Türkiye’de başbakan Turgut Özal’dı ve Gerge W. Bush’la çok yakınlardı.. ” Söylenenlere göre” ABD, Irak’a girecek, Türkiye’de Musul ve Kerkük’ü alacaktı…

     ABD’ye rağmen İngiltere buna fırsat verir miydi?

     Türkiye ne kadar istese de buraları alamazdı. Çok uzun yıllar önce Lozan’dan sonra  İngiltere; ” Musul ve Kerkük Türkleri ile Anadolu Türklerinin bağını koparmak için”  ikisinin arasına Arapları ve Kürtleri  yerleştirmiş, Irak’ı da kendi mandaterliğine almıştı.

     Benzer tutum Suriye’deki Bayırbucak Türkmenleri ile Anadolu Türkleri için Fransa tarafından yapılmış; Suriye’deki Türklerle, Anadolu Türklerinin bağını koparmak amacıyla ikisinin arasına Arap ve Kürt aşiretlerini yerleştirmişti.

      Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türkleri içinde aynı strateji uygulanmış; İki devlet arasına adeta bıçak gibi Ermenistan yerleştirilmiştir.. Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Karabağ Sorunu’nun  ” yüksek sesle söylenmeyen”  nedenlerinden birisi de Nahçıvan – Türkiye – Azerbaycan’ın sınır komşusu olmalarını engellemektir.

     Sınır komşuluğu gerçekleşirse; Türkiye 7 (yedi) Türk devleti ile Azerbaycan üzerinden coğrafi kontak kurabilecektir…

      Bu durumda şöyle bir tablo ortaya çıkabilir mi?

      ” Dokuz (9) devlet, Tek Millet…”

     Fransa, ABD, Rusya Federasyonu hatta İran  ” şimdi olmasa bile bir gün ” böyle bir olasılığı görmüş ( düşünmüş) olmalılar ki, Ermenistan’ın Hocalı Katliamı dahil yaptığı hukuksuzlukları, cinayetleri görmezden geliyorlar.

     ” Devlet yöneticilerinin  ”tarih bilmeleri çok önemli…”  .

     Türkiye, Musul ve Kerkük’e gidebilecek lojistik güce sahip miydi?

     Musul ve Kerkük’e gidebilecek ” yol” bile yoktu o sıralar. Zamanın genelkurmay başkanı Necip Torumtay’la Turgut Özal görüş ayrılığına düştü, N. Torumtay istifa etti. Ancak bu istifanın asıl nedeninin, Başbakan’ın ABD ile bu kadar yakın olmasından Genelkurmay başkanının ” rahatsız olduğu” ve buna ”tepki gösterdiği” söylenmiştir..

         ABD – Türkiye yakınlaşmasından endişelenen sadece Torumtay değildi. Terör örgütü pkk ilk silahlı eylemini Şemdinli-Eruh’ta yapmıştı  (1984) ve terör örgütünün arkasında ABD’nin olduğunu ” helikopterinin düşmesi(?)  sonucu”  yaşamını kaybeden Orgeneral Eşref Bitlis başta başkaları da rahatsızdı.

     Bırakalım Musul’u Türkiye’de dahi henüz gidilemeyen yerler vardı ve ”gidemediğin yer, senin değildir…” . Turgut Özal, Yol’u umursamıyordu.. Oysa Yol’suzluk terörle mücadeleyi de güçleştiriyordu.

     Türkiye, Ülkenin her yerini adeta seferberliğe çıkar gibi karayolları ağı ile donatmaya başladı. Daha sonra proje geliştirilerek ” her şehirde bir  havaalanı” atağına geçti.  ” Unutturulan ” demiryollarında 2003’ten itibaren – bugünde devam eden- gelişmeler başladı.

     Bugün ” gidilemeyen yer” yok.

    Günümüzde bir adım ileriye geçildi: Her şehirde bir üniversite. Bu proje ile Türkiye’nin gençleri harman olmuştur. Bir üniversitenin, bulunduğa şehire kattığı sosyal hayatın canlanması, kültürel çalışmaların yoğunlaşması,ekonomik ve mali katkıları da unutulmamalıdır.

     Ancak Bana göre BUGÜNDEN İTİBAREN her şehirde bir üniversite yerine ; ” her şehire bir meslek yüksek okulu” ,   Yeni  anadolu liseleri ve imam-hatip liseleri  yerine ”meslek ve teknik liselere ağırlık verme ” eğitim politikasına geçilmesi gerekmektedir.

   III –  Türkiye’nin sanayileşmesi ve kalkınmasını önlemek en azından gelişme hızını yavaşlatmak isteyen, Kendilerine ” bağımlı” kalmasını hedefleyen AB ve ABD’nin desteklediği terör örgütü Türkiye’ye sadece insan kaybına neden olmadı.

Ekonomik boyutu da düşünüldüğünde  İç İşleri Bakanı S. Soylu’nun ifadesine göre Beş yüz milyar ( – 500.000.000.000 – )’ın çok çok üzerinde mali kayıba neden olmuştur. Bu para şu anki Türkiye’nin dış borcundan daha fazla.

     Bu anlamda değerlendirdiğimizde; Türkiye’nin mali kaynaklarını, enerjisini, ekonomisini, insanlarını, zamanını boşa harcatmakla AB ve ABD başarılı olmuşlardır.

     İlk bakıldığında ” ironi” gibi görülme ihtimaline rağmen pkk ile mücadele Türkiye’ye önemli birikimler ve tecrübeler, yetenekler kazanmıştır.

– Türk ordusu ” her türlü” koşul, iklim ve coğrafi şartlarda mücadele etme yeteneğine sahip olmuştur.

      Bugün kara ve hava kuvvetleri, Özel Kuvvetler  ( bordo bereliler), JÖH, PÖH, Özel Harekat  ve ” yurt dışında operasyon yetkisi verilmesinden sonra”  MİT her türlü operasyonu yapabilecek yeteneğe, tecrübeye, bilgi birikimine sahiptir.

     Askerlikle ilgili ” tek tecrübeleri” bankada bedelli ücretini yatırırken sıra beklemek olanlar neler kaybettiklerinin bilselerdi eminim bankalara gitmezlerdi..

     04.12.2016 günü Cumhurbaşkanımız R. Tayyip ERDOĞAN şöyle söylüyordu:

     ” Kötü komşu, insanı mal sahibi yapar. Bizim dostumuz olduğunu söyleyenlerin tutumları, Bizim güçlenmemizi sağlıyor ” .

     Fransa, Avusturya, Almanya, ABD gibi ülkelerin terör örgütünü kollayan politikaları Türkiye’nin savunma sanayisinde çok gelişmesini, bu devletlere bağımlılığının çok azalmasını sağlamıştır.

     Şu anda Türkiye 700 ( yedi yüz) civarında proje üzerinde çalıştığı gibi uluslar arası ve ulusal çapta pek çok firmaya sahiptir: ROKETSAN, HAVELSAN, ASELSAN, DEİ, TÜBİTAK, USAŞ, TUSAŞ, TAİ, MKE, BARUTSAN veTSK içinde kurulan ” Uzay Araştırmaları birimi” ilk akla geliverenlerdir ki, listeyi çok uzatabiliriz…

     TEKNOFEST bile tek başına çok önemli bir çalışma, organizasyon, başarıdır ki, sadece Türkiye değil dünya çapında gençleri ” gökyüzü ile ilgili” sınırsız hayal kurmaya, hedef koymaya yönlendiriyor..

     TEKNOPARK’lar başlı başına ayrı bir konudur.

     IV –  16 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan ” Fetö Kalkışması” yakın dönemde Türkiye’nin ” birlik ve bütünlüğü” bakımından yaşadığı en ciddi tehlike olmuştur.

     ABD birliklerinin İncirlik üssünde, İngiliz denizcilerinin Kıbrıs ve Ege açıklarında, pkk terör örgütü militanlarıyla ABD’li askerlerin güneydoğu sınırımızda beklediğini, terörist Murat Karayılan’ın  fetö kalkışmasından bir hafta önce verdiği telsiz emri ile pkk’lı teröristlere ” asker ve polisle çatışmaya girmeme ” emri vermesi ancak kalkışma başarısız olunca emri iptal etmesi olayın boyutlarının çok farklı hesaplara dayandığını göstermiştir.

        İşte burada 19 Aralık 2009’da KOZMİK ODA’ya girilmesinin Türkiye açısından ne kadar büyük hainlik olduğu daha iyi görülüyor.

     ASELSAN intiharlarının nedeni gerçekten sorumlu mühendislerin ” intihar etmeleri” midir?

     Isparta’da düşen ve 39 ( otuz dokuz) dünya çapındaki fizik bilim insanlarımızın öldüğü uçak kazası gerçekten kaza mıydı?

     Dikkatinizi çekti mi bilmem; 15 Temmuz sonrası terör örgütlerine karşı yapılan operasyonlarda Türkiye çok başarılı. Tesadüf mü?

     Fetö’nün arkasındaki yetiştiricisi, besleyicisi, planlayıcısı ve harekete geçme emri vericisi ABD’dir, bunu herkes bilmektedir. ABD bu nedenle Türkiye ne kadar ısrarla istese de  F. Gülen’i veremez.

     15 Temmuz 2016’nın en çok kaybedeni ABD olmuştur. Ortalama 40 (kırk) yılda büyüttüğü fetöyü bir günde kaybetti.

     Türkiye fetöcüleri ülkenin resmi-özel bütün kurumlarından temizlemiştir. MİT’in BYLOCK’u kırması fetöcülerin tesbiti açısından müthiş etkili olmuştur. Ancak halen belki de kritik, stratejik kurumlarda tesbit edilememiş fetöcü kalmış olabilir.

     ABD, Türkiye’nin stratejik yerlerindeki ” elemanlarını” kaybetti.

     Kaçabilenler başta Almanya  olmak üzere, Yunanistan ve ABD’ye kaçtılar.Bu devletler bunları Türkiye’ye iade etmiyeceklerdir.

     ABD, Türk toplumundaki ” sempatisini” kalıcı olarak kaybetmiştir. Teröre verdiği destek nedeniyle hızla azalan sempatisi fetö kalkışmasından sonra kalıcı olarak bitmiştir.

     Burada şu anda Türkiye’yi yönetenlere de eleştiri yapmamız gerekmektedir:

     Fetullahçı terör örgütünün siyasi ayağı ortaya çıkartılmamıştır. Bu konu sürekli ötelenmekte, tartışmalardan uzak tutulmakta, gündeme getirilmemektedir..

     V – Türkiye 2002’den günümüze oldukça dikkatli ve iyi planlanmış çalışmalarla ”Afrika açılımı politikasını” başlatmıştır.

Esasen  Balkanlar ve Kafkasya gibi Afrika’nın bir kısmı da Türkiye’nin ” doğal hinterlandı”dır.

      Ancak 1947 – 2002 yılları arasındaki Türkiye- ABD, Türkiye – Avrupa ilişkileri, Türk dış politikasının temellerinden olan ” Yurtta barış, dünyada barış” anlayışının adı geçen devletlerin yönlendirmesi ( baskısı) nedeniyle  belirttiğimiz tarihler arasında asıl manasında uygulanamaması nedeni ile Türkiye ” Afrika’da yoktu ”.

     2002 yılında Türkiye’nin Afrika’da büyükelçilik sayısı -2- (iki) idi.

     2015 yılında bu sayı -39-  (otuz dokuz) oldu.

     2020 yılında sayı -42- ( kırk iki) .  -4- (dört) ülkede de başkonsolosluk açıldı. Türkiye’nin Afrika ticareti tahminlerin ötesinde bir hızla artmakta.

     Türkiye ” eski kıta”ya Avrupalılar gibi sömürge cilik anlayışıyla değil, karşılıklı çıkar anlayışıyla girdi. Bunu da açıkça ilan etti.  ” Gittiği” ülkelerin alt yapılarının geliştirilmesi, sağlık hizmetleri, eğitim, Afrikalı gençlerin Türkiye’deki üniversitelerde öğrenim görmelerini sağlamak, ulaşım, su kaynaklarının bulunup-kullanıma açılması, tarımın geliştirilmesi gibi ilk aklımıza geliveren faaliyetlerini TİKA, YÖK, KIZILAY,AFAD, İHH,  Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı, Alt Yapı Bakanlığı gibi kurum ve kuruluşlarla koordinasyonla gerçekleştirdi.

     En önemlisi de bu faaliyetleri ilgili ülkeye ” mali anlamda borçlandırma” olarak yapmadı.

     Türkiye’nin çalışmaları elbette yüzyıllardır Afrika’ya hiç bir şey vermeden insan kaynağı dahil  değerli her şeyi almaya,sömürmeye alışmış Avrupa devletlerini ve ABD’yi çok rahatsız etti. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Hollanda, Belçika’nın Türkiye rahatsızlıklarının temeli budur.

     VI – BRİCH; Brezilya, Rusya Federasyonu, Hindistan, Çin devletlerinin kurmuş olduğu ve kurucu ülkelerin baş harflerinden oluşan ekonomik iş birliği teşkilatıdır. Asya ülkelerinden katılımlarla hızla büyümüştür.

     Şanghay İş Birliği Örgütü; Çin, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan devletleri tarafından kuruldu. Hindistan ve Pakistan’da katılmak üzereler.

     Çin ve Rusya Federasyonu’nun amaçları; Kendilerini ekonomik, mali ve politik olarak  ” kuşatmaya çalışan”  ABD’yi, Asya kıtasında engellemektir.

     Türkiye bu iki organizasyona da ” çok ilgilidir”.  ABD, Türkiye’nin ” ilgisinden” çok rahatsız olduğunu açıkca söylemiştir. O kadar ki,  Şanghay İş Birliği Örgütü’ne ”gözlemci” olarak katılma isteğine bile tepki göstermiştir.

     Niçin diye sormaya gerek bile yok..

      Çin’le Türkiye arasında ticari bir güzergah olarak planlanan ve Çin’in koordinesinde devam eden İpek Yolu Projesi, ABD’nin dikkat ve huzursuzlukla takip ettiği başka bir ekonomik ve ticari projedir. Proje hızla devam ediyor. İpek Yolu’nun gerçekleşmesi durumunda ABD’nin, Rusya Federasyonu’nu güneyden, Çin’i Asya kuşağında ” çevirme planı çok ciddi zarar görecektir.

     Türkiye bakımından bu projenin başarılı olmasının değeri; ” Partnerlerinin” çeşitlenmesi ve ABD’ye ticari, mali bağımlılığının azalması demektir.

     VII –  Türkiye ile ABD’nin; Türkiye-Rusya Federasyonu, Türkiye-İran, Türkiye’nin Afrika açılımı, Türkiye’nin Kafkasya politikası, Kıbrıs, Irak, Suriye, Ege Denizi’ndeki 12 ( on iki) mil konusu,  HALKBANK DAVASI ( bu konu  gerektikçe(!) ABD tarafından gündeme getirilecektir ki, ” yanlış bir strateji ile”  Türkiye, ABD’ye bu fırsatı vermiştir.

Oysa HALKBANK davası konusunu/sorununu TBMM’de halledebilirdi, ıskaladı), Ege Adaları, Libya, Doğu Akdeniz, Rusya’dan alınan S-400 füzeleri , F 35, Türkiye’nin savunma sanayisinde yaptığı hamleler ve bu alanda  ( daha önce ABD pazarı olan devletlere)  yaptığı satışlar ( şu anda Almanya ile Türkiye arasında Almanya’ya, Türkiye’nin İHA ve SİHA satması görüşmeleri yapılmakta. ”Nereden nereye” demek gerekiyor..) konularında gelecekle ilgili hedefleri ve çıkarları çatışmaktadır.

     VIII – Türkiye’nin;  Türk toplulukları, Akrabalar ve Türk Devletleri ile iş birliği ve ”her alanda” ilişkileri gelişmekte.

     Birkaç örnek verelim:

     Türk Dünyası Mimarlık ve Mühendislik Odaları Birliği, Türk Dünyası Parlamenterler Birliği, TRT AVAZ, Türk Konseyi, kurulma çalışmaları devam eden Türk Dünyası Meteoroloji Birliği, Türk Dünyası Belediyeler Birliği.

     ABD – Kendi çıkarları bakımından haklı olarak –  çok bilinen bir Türk firması reklamı ile söyleyecek olursak şöyle diyecektir:

     –  ”Bu Türklerde çok oluyor ” .

     Aynı reklamdaki diyalogla devam edelim:

     – ” Evet, Türkler çok oluyor… ” .

SONUÇ

     2013 yılından itibaren Türkiye’de yaşanan gelişmelere ÖZELLİKLE DİKKATİNİZİ ÇEKERİM:

       Gezi olayları, TSK’ya yapılan Sarı Kız, Ay Işığı, Ergenekon operasyonları, MİT tırlarının Suriye sınırında durdurulup- aranması, Deniz Kuvvetleri Casusluk Davası, Kaşif KOZİNOĞLU’nun cezaevinde kalp krizi( ?) geçirip hayatını kaybetmesi, MİT müsteşarı Hakan Fidan’a soruşturma açılması talebi, 17-24 Aralık operasyonu, KOZMİK ODA’ya girilmesi, Pekçok Ulusçu, Ulusalcı asker hatta Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un hapis cezası alması gibi Türkiye’nin gündeminde sürekli yer alan konular ( meseleler) 2013’ten itibaren peşpeşe, adeta dalgalar halinde başladı… Birileri ” düğmeye basmış” ve Türkiye’yi ”terbiye etmeye ” karar vermişti..

      Dün denilecek zaman öncesi birbirlerini  ” stratejik ortak” ilan eden iki devlet ”uzun süredir” BİRBİRLERİNE ASLA GÜVENMEMEKTEDİRLER.

     ABD, Türkiye’nin  – tabiri caizse –  Kendisine itaat etmesini istemekte, Türkiye’ye sürekli problemler çıkararak ” terbiye etmeye” çalışmakta. Başarırsa Türkiye’ye ders  – Türkiye’yi göstererek –  başka ülkelere de ” haddinizi bilin” mesajı  vermiş olacak..

     Türkiye ise 1980’li yılların Türkiyesi olmadığını hele hele 1960’ların Türkiyesi hiç olmadığını göstermekte ” Kendi hedeflerini ” gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Üstelik bunu yaparken ABD’nin tepkisinin ne olacağını elbette tahmin ediyor. Klasik ifade ile söylemek gerekirse; Türkiye’nin yaptığı dikleşmek değil, dik durmaktır.

     Bunun anlamı ”Türkiye gücünün farkında, Kendisine güveniyor” .

     ABD ile girişilen ” bilek güreşinde” Türkiye başarılı olmak için bütün Milli Güç unsurlarıyla BİRLİK OLMAK ZORUNDADIR.

     Ancak sadece birlik olmak yetmez. Gelecekle ilgili vergi ,tarım, madencilik, eğitim, personel terfi ( meslekte yükselme) politikalarında ÇOK CİDDİ DEĞİŞİKLİKLER YAPMAK, sadece inşaat sektörü değil  tarım ve sanayide KATMA DEĞERİ YÜKSEK üretime geçmek zorundadır..

    Uzun yıllardır ”üretememek” sorunu vardır Türkiye’nin. Sadece inşaat sektörüne yatırım yapılması, inşaatın yanına başka bir sektörün konulmaması covid pandemisi sonrası ortaya çıkan ekonomik krizde ” tek sektöre” ağırlık vemenin yanlışlığını göstermiştir.

     ” Vergi toplayamamak” devletin en stratejik, kritik ve ” geleceğine ipotek koyan”  sorunudur. Türkiye dışında ” vergi affı” veya ” ödenmeyen vergilerin yeniden yapılandırılması ” uygulaması başka devletlerde GÖRÜLMEZ.

     Üstelik ” yapılandırmaya rağmen” vergiler gene toplanamıyor. Vergi toplanamasının yasal eksiklik ve vergilendirme biçimindeki nedenlerden olduğu herkesin söylediği gerekçe olsa bile asıl neden ” nasılsa yeni vergi afları gelir” düşüncesi ve vergi vermeyenlerin buna bizzat devlet tarafından alıştırılmasıdır. Oysa sorunu çözmek ” bir maddelik” kanunla kolayca halledilir..

     Vergi yüzsüzü bilmeli ve korkmalıdır ki, ” Devlet, Beni bulur ve canıma okur…”

     Türkiye’de 1950’lerden bu yana ” yanlış tarım politikaları” uygulanmaktadır. Bu yanlış politikadaki ısrarın ve yanlış uygulamaların, politikaların ne zaman terk edileceği merak konusudur.

      Covid salgını göstermiştir ki,  ” tank yiyemezsiniz” ; Şeker pancarı, kenevir, arpa, pamuk, afyon, kırmızı et stratejik ürünlerdir.

     Türkiye çok acil ” maden politikası”nı yenilemelidir. Bu konuda Türkiye Madenciler Meclisi en güvenilir, bilgili, tecrübeli kuruluştur.

     Türkiye ” eğitim politikası”nı yeniden gözden geçirmelidir.

      ” İstikbal göklerdedir” ileri görüşlülüğüne (VİZYON) sahip Türkiye ” 2022’de uzaya çıkma”  ortalama on – on beş yıl sonra ” Türk astronot dünya dışına çıkacak ” hedefini koymuştur (misyon) .

     Öyleyse çocuklar, gençler bu hayal ve hedefe yönelik eğitim almalıdırlar. Oysa tarihinde ilk defa Türk gençliğinin büyük çoğunluğunun hedefi yurt dışında eğitim görmek ve gittiği ülkede yaşamaktır ( %  65 ).

     Asıl yapılması gereken; Meslek liselerini ” itibarlı, tercih edilen”  eski günlerine döndürmektir. Uzay’a gidecek aracı teknisyenler, teknikerler, mühendisler üretecek, kumanda edecek..

     ” Her şehirde bir üniversite” politikası çok doğruydu. Fırsat eşitliği, ekonomiyi canlandırmak, GENÇLERİ ” harmanlamak” için İYİ BİR PROJEYDİ.

     Ancak bu projeden artık vazgeçilmelidir. Mezun olduğunda iş bulunamayacak yeni fakülteler açmak yerine yetersizliği herkes tarafından bilinen pek çok üniversite NİTELİK DEĞİŞTİRİP, MESLEK YÜKSEK OKULLARINA DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR.

     Çünkü Türkiye’de genç işssizlik oranı resmi rakamlara göre % 26. Yani her dört gencimizden bir tanesi işsiz. Ters orantı olarak ” piyasa”  da eleman sıkıntısı yaşıyor. Bu tersliğin nedeni gençlerin mesleklerinin olmamasıdır.. Bu nedenle onlar iş bulamıyor, piyasa kalifiye eleman.

     ABD ( ve AB)’nin baskıları ve yaptırım güçleri, Türkiye’nin ekonomik gücünün yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.  ABD başkanı Donald Trump’ın birçok defa ”tehdit ederek açıkca ifade ettiği gibi ” Türkiye ekonomisi çok kırılgandır, kolayca ekonomik krize sürüklenebilir .

     ABD’nin Suriye ve Orta Doğu politikası değişmeyecek olmasına rağmen 2021 yılından itibaren yeni ABD başkanının Trump’tan farklı strateji izleyerek sürdüreceği Türkiye – ABD  ilişkileri Türkiye bakımından ” kolay olmayacaktır” .

     Bu daimi tehdidi ve tehlikeyi bertaraf etmenin olmazsa olmaz şartları – Bana göre – şunlardır:

Adil vergi sistemi ve verginin MUTLAKA toplaması,

Çeşitli ve katma değerli üretim,

Hayalleri olan ve hedef koyan bir gençlik yetiştirmek,

Türkiye’nin çok zengin kaynaklara sahip olduğu  ” Bor, Uranyum, Kaya Tuzu, Lityum, Altın, Toryum ” madenleri öncelenerek,  maden yasasında değişiklikler yapılması,

” Orman”ın Tarım Bakanlığından ayrılarak ” Orman Bakanlığı” kurulması,

Güneş ve rüzgar enerjisi konusunun devlet politikası haline getirilmek,

Yeni anadolu liseleri ve üniversiteler açmak yerine meslek liselerinin sayısı artırılmalı, yetersizliği açıkça görülen üniversitelerin meslek yüksek okullarına dönüştürülmesi,

Türkiye’nin ” her alandaki kaynaklarını”  israf ve savurganlıktan korumak,

”Makamda yükselmede” siyasetin değil, mesleki yeterlilik ve kalitenin ölçü alınmasıdır.